Cumartesi, Eylül 17, 2016

Avcılar ve Avları: The Hunt | Sahneler II


*sırt sırta vermek doğalın yöntemidir*

*alternatif bir Aslan Kral*

*ve bazen şans ellerinden kayar gider*

*sak-lan-dım*

*hala ejderhaların varlığı sorgulanıyordu*

*big brother is watching you!*


Çarşamba, Ağustos 31, 2016

Bu Bir Bergman Çıkartması | Sahneler I


Monika'yla Bir Yaz (1953)

Sinema eserlerine karşı asıl ilgimi ailemden bağımsız izlediğim filmlerle kazandım. Ondan önce babamın her hafta eve getirdiği kaçak -korsan mı desem?- sidilerden izlediğim birçok popüler yapım, bu ilgimin temelini de muhakkak perçinlemiştir. Evimizde televizyon yoktu, bilgisayarın TV kartı çok zayıftı ve ailem film izlemeyi severdi, bu benim şansım oldu. Ardından eve internet bağlatıldı. Liseye yeni başladığım zamanlara denk gelen bu olay, beni alıştığım film izleme rutinini bir öteye taşımaya itti. O zamanlar bugün var olan birçok sinema blog/sitesi yerine sinemalar.com sayılı alternatiflerdendi. Birçok film hakkında insanların yorumunu görebiliyor ve hatta film girdisi yapılabiliyordu. İşte böyle bir arayışta izlemeye tamamen kendi başıma karar verdiğim ilk film, bu site üzerinden bulduğum Requiem For a Dream oldu. Uzun süre etkisinden çıkamadığım film, beni tanıyanların bileceği Aronofsky hayranlığımın da kilometre taşını oluşturdu. Gel zaman git zaman, daha çok film izledim, sinema eserleri hakkında karaladım, film incelenen ortamlarda bulunmaya gayret ettim. Bu ortamların birinde de ismini çok duyduğum ancak hiç izlemediğim bir yönetmenle tanıştım: Ingmar Bergman. İşte yeni yeni sevgimin ve ilgimin pekiştiği bu yönetmenin yapıtlarından benim gözüme, kulağıma takılanları paylaşma istemi, bir unutmama ihtiyacı hasıl oldu; aynı sevdiğim edebi eserlerdeki gibi. 

Bergman izleyince gerisi kendiliğinden geliyor. Bir tek filmini izlemek için açıp, birkaç gün içinde art arda filmlerini izlerken buldum kendimi. Bergman sineması hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmeden izlediğim bu filmlerin hepsinden azami keyif ve birikim elde ettim mi: hayır. Hepsinin her dakikalarını ilgiyle takip ettim mi: hayır. Bazı imgelerini, bazı karakter seçimlerini hatta bazı sahnelerini anladım mı: hayır. Ancak izlediğim her filminde beni sonuna kadar götürtecek bir doku vardı. Bir şeyler farkında olmadan beni etkiliyordu. Ve bir şekilde "iyi ki izlemeyi sürdürdüm" diyeceğim bir sahne, bir replik, bir bakış, bir mimik çıktı her filmde karşıma. Henüz bilgili, ince eleyip sık dokuyan türden seçici hatta bilinçli bir film izleyicisi değilim; ancak sevdiğim sahneleri sevdiğim alıntılarla paylaşmak benim için ileriye yazılmış bir mektup gibi. 



Bir Evlilikten Manzaralar (1973)

Ingmar Bergman - Scener ur ett äktenskap
Bu hayat tüm yeteneklerimi baskı altında tutuyor.

"İnandığımın aksine bu bencil olmamak değil. Bu sadece korkaklık. Kim olduğumu bilmememden kaynaklanıyor. Hiçbir zaman kim olduğumu bilmedim. Sadece başkalarının isteklerine göre yaşadım. Kendi isteklerimi hiç önemsemedim. Hatamız ailelerimizin boyundurluğundan kurtulamamak, kendi koşullarımızla anlamlı şeyler yaratamamak oldu. Her zaman aynı hatayı yaptık, ailelerimiz için yaşadık. "

Yedinci Mühür (1957)

İnanç taşıması zor bir yüktür. Ne kadar yüksek sesle çağırırsan çağır karanlıktan sıyrılıp hiç gelmeyen birini sevmek gibi.


"İnsanın duyularıyla Tanrı'yı kavrayabilmesi o kadar imkansız mı? Kendimize inancımız yoksa başkasına nasıl inanç duyabiliriz? Benim gibi inanmak isteyen ama yapamayanlar ne olacak? Ya inanmayanlar, inanamayanlar? İçimdeki Tanrı'yı neden öldüremiyorum? Neden her şeye rağmen bu gerçeklikten kurtulamıyorum?"

Persona (1966)

Persona 1966 Bergman scenes
İnancımızın ve kuşkumuzun geceki haykırışları perişanlığımızın ve ürkütücü farkındalığımızın en korkunç kanıtları oluyor.

"Anladığımı düşünmüyor musun? Var olmayı boş yere hayal etmek. Öyleymiş gibi görünmemek, gerçekten olmak. Uyanık olduğun her an. Tetikte. Başkalarına karşı sen ile yalnızken ki sen arasındaki uçurum. Baş dönmesi ve sürekli açlık, açığa vurulmak için, içinin görülmesi için hatta parçalara ayrılmak ve belki de tümüyle yok edilmek için. Sesin her tonu bir yalan, her davranış bir aldatmaca, her gülümseme aslında bir yüz ekşitme. İntihar etmek mi? Hayır, hayır! Bu çok çirkin. Sen yapmazsın. Ama hareket etmeyi reddedebilirsin. Konuşmayı reddedebilirsin. O zaman en azından yalan söylemezsin. Böylece düşünceye dalıp, kendi içine kapanabilirsin. Artık rol yapmaz, herhangi bir maske takmaz ve yalancı davranışlarda bulunmamış olursun. Sen öyle sanarsın. Ama gerçek inatçıdır. Saklandığın yer su geçirmez değildir. Yaşam dışarıdan sızar içeri. Ve tepki vermek zorunda kalırsın. Hiç kimse de bunun gerçek olup olmadığını, sen içten misin yoksa yapmacık mısın diye sormaz."

Sessizlik (1963)

*sessizlik*

"Hepsinin büyük bir anlamı varmış, hepsi önemliymiş gibi ilkelerinle kafamızı şişirdin. Oysa gevezelikten başka bir şey değildi bu. Neden olduğunu biliyor musun? Hepsi sadece kendini ilginç, başkalarından farklı kılmak içindi. Bunsuz yaşayamıyorsun sen. Her şey hayati, her şey önemli, her şey anlamlı ve daha bilmem neyse."

Fanny ve Aleksander (1982)

Ceza sana gerçeği sevmeyi öğretmek için verilecek.

"Göz açıp kapayana kadar yaşlanıyor insan. Vaktiyle çok önemli görünen o uzun yıllara ne oldu şimdi? Anneliği sevmiştim. Aktris olmayı da seviyordum ama anneliği daha çok. Ne de olsa hepsi rolden ibaret. Bazı roller güzel, bazıları ise güzel değildir. Anneliği oynadım, Juliet'i oynadım, Margareta'yı oynadım. Sonra bir baktım ki, bir dulu ya da büyükanneyi oynuyorum. Roller böyle peşin sıra değişir. Önemli olan onlardan korkup kaçmamaktır. Ama hepsi nerede şimdi? Söyler misin evladım? Ölümün beni derinden üzdü. Tuhaf bir roldü bu seferki oynadığım. Hislerim kalbimin ta derinlerinden gelmişti. Onları kontrol edebilmiştim ama gerçekliği parça pinçik etmişlerdi. O zamandan beri gerçeklik paramparça halde. İşin tuhafı, bu şekilde daha da gerçekçi. Bu yüzden, bu durumu düzeltmeye kalkmıyorum. Bir şeyin anlamlı olup olmadığını umursamıyorum artık."

Güz Sonatı (1978)
Aslında filmler hakkında yorum yapmadan sadece alıntılar paylaşmayı kafama koymuştum, ancak bu filmi izledikten sonra üzerine cüzi sayıda da olsa kelime sarf etmezsem haksızlık olur diye düşündüm. Başta da belirttiğim gibi Bergman filmlerinde beni sona götürecek büyüyü hep bulmuşumdur. Ancak bu filmin kendisi baştan başa büyü benim için. Bergman'ın izlediğim eserlerinin hepsinden etkilendim, ancak bu filmi benim açık ara şahsi favorim oldu. Belki konusunun bana hitap edişi, belki işleniş biçimindeki olgunluk, belki bir yönetmeni art arda izleyince oluşan tanıdıklık hissi ve o tanıdıklığın tüm emarelerini görme; nedir favorim olmasının nedeni, inanın ben de bilmiyorum. Ancak etkilendiğim, doyuma ulaştığım ve her karesinin, her sözünün beni ekrana bağladığı bir film oldu. Bu yüzden paylaşacağım alıntı sayısı da fazla olacak. Sıra sıra izlediğim Bergman filmlerine Yaban Çilekleri ve Çığlıklar ve Fısıltılar ile devam edecektim. Ancak izlemeyi Güz Sonatı'ndan sonra kesiyorum. Benim için doruk noktası olan bu film, Bergman izlemeye de ara vermemi gerektirdi doğal olarak.


*
"Bazen geceleri uyanıkken gerçekten yaşayıp yaşamadığımı merak ederdim. Bu herkes için böyle midir?  Yoksa bazı insanlar sevme konusunda daha mı yetenekli oluyorlar? Ya da bazı insanlar yaşamak yerine sadece var mı oluyorlar? Sonra korku beni ele geçirdi. Korku ele geçirince kendi korkunç görüntümü gördüm. Hiç olgunlaşamadım. Yüzüm ve vücudum yaşlandı. Anılar ve tecrübeler elde ettim. Ama içimde henüz doğmamıştım bile."

*
"Bunları söylemeye cesaretim yoktu, çünkü seni üzmek istemiyordum. Okumam için kitaplar getirirdin. Hiçbirini anlamazdım. Devamlı okur, sonra seninle onlar hakkında tartışırdık. Sonra lafı o kadar uzatırdın ki sanki kafam dururdu. Aptallığımı açığa çıkaracaksın diye ödüm kopardı. Anladığım tek şey, gerçek benim en ufak bir parçamın bile sevilip kabul edilmeyeceğiydi. O kadar takıntılıydın ki, gittikçe daha da korkak ve paramparça oldum.  Ne söylememi istiyorsan onu söyledim, senin mimiklerini yaptım. Tek başımayken bile kendim olmaya cesaret edemiyordum. Çünkü kendim olmaktan nefret ediyordum. Bu korkunçtu anne! Hala o günleri düşündükçe titriyorum. Çok korkunçtu! Birbirimizi sevdiğimizden o kadar eminim ki senden nefret ettiğimin farkına varamadım.  Ama senden nefret edemezdim, bu yüzden nefretim delice bir korkuya dönüştü."


*
"Kişi nasıl yaşaması gerektiğini öğrenmeli. Her gün üzerinde çalışıyorum. En büyük engelim kim olduğumu bilememem. Kör gibi el yordamıyla arıyorum. Eğer birisi beni olduğum gibi severse en sonunda kendim bakmaya cesaret edebilirim belki."


Güz Sonatı - Bergman
*
"Her şey yan yana var olur. Her an değişen büyük bir model gibi. Aynı şekilde, sayısız gerçeklik olmalı. Sadece bizim körelmiş duyularımızla algıladıklarımız değil, aynı zamanda iç içe geçmiş bir gerçeklikler kargaşası var. Sınırlara inanmamız sadece korku ve ukalalıktan."

Sevgiyle.

Pazartesi, Ağustos 22, 2016

Unutmamak İçin -5-

Haruki Murakami
Bir süredir hep böyle. Bir şey söylemeye çalışıyorum, ama aklıma hep yanlış kelimeler geliyor; bazen de demek istediğimin tam tersi çıkıyor ağzımdan. Düzeltmeye kalkışınca daha beter oluyor. Sonunda ne diyeceğimi hepten şaşırıyorum ve başta söylemek istediğimi de unutuyorum. Sanki bedenim ikiye ayrılmış da birbiriyle kovalamaca oynuyor. İkisinin arasında kocaman bir sütun yükselmiş ve onlar da birbirlerini yakalamak için sürekli dönüyorlar onun çevresinde. Bir parçam doğru kelimeleri biliyor, ama diğeri onu yakalayamıyor. 
(İmkansızın Şarkısı)

Orhan Pamuk
Göğe çıkıp yıldızların ışıltısına ulaşmak yerine, şimdi üzerinde uyuduğumuz toprağın içine girmeyi hayal etmemiz doğru mu? 
(Kırmızı Saçlı Kadın)

Nietzsche
Modern (çağdaş) insan, evrensel sürecin piramidi üzerinde azametle ve mağrur duruyor ve bilgisinin kilit taşını bunun üstüne koyarak dört bir yanıyla kendisine itaat eden doğaya şöyle çıkışır gibi görünüyor: "Biz ereğimize vardık, biz ereğiz, biz sonuna ermiş yetkin yaratığız, tümüyle doğayız." Ey 19. yy.'ın pek mağrur, burnu büyük Avrupalısı, çokça kuru gürültü ediyorsun! Senin bilgin doğayı sonuna dek kuşatmıyor, onu sona erdirmiyor, tam tersine kendi doğanı, kendini öldürüyorsun yalnızca. 
(Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Yararsızlığı Üzerine)

Leyla Erbil
Saçma olmasına saçma bir düşünce, kimse de onaylamayacak biliyorsun seni; nedenini bir türlü çözemediğin bir aşağılanma korkusuyla kaçmaktasın aslında ünden, hayranlıktan, sevgiden bile... Ne kadar da kırılgansın ya da kibirli misin sen! 
(Cüce)

Sait Faik Abasıyanık
Sevmekten korkuyorum. Başka arzular, ihtiraslarla atıldığım yolda avare ve çırılçıplak, başı her manada boş bırakacak yalnız bir şey olduğunu biliyorum ve ondan karanlıktan, riyadan, zulümden, hürriyetsizlikten korkar gibi ürküyorum. 
(Semaver)

Toynbee
Alışkanlık, hayal gücünün afyonudur; her öğrenci dört yüz elli yıl önce Batı Avrupalı denizcilerin yaptıkları keşif yolculuklarının "çağ açan" bir olay olduğunu bildiğinden, yetişkinler bunların sonuçlarını öylece kabul etmek zorundalar. 
(Uygarlık Yargılanıyor)

Pazartesi, Ağustos 15, 2016

Hülasa Bu Bir Gece Hezeyanı


Oluşumunun varlık bulduğu yerde, kafanda, oluşturduğun cevaplar mekanizması -sanırım buna iç ses de deniyor- eğer ipleri yavaşça ele almaya başlarsa işler tehlike boyutlara gidiyor demektir. Sorulan sorulara verilen karşıt yanıtlar, insanı iç varlığında besler, genişletir. Ancak aynı sorulara kendilerin dışında başkaları cevap vermiyorsa, tartışığın muhtelif konular günlük hayattaki insanlar kanadına yansımıyorsa, eğer gerçekten "hah, ben bu argümanı şimdi aştım" dediğin noktayı daha tartışmalıyken bile kimseye açmamış ya da savunamamışsan, işte evet bu noktada, işler sarpa sarıyor.

Hayatın kendi içerisindeki akışına karıştığında, zamanında kendi kendine etüt ettiğin onca sorunun, başlığın, dilemmanın cevap anahtarları birisiyle aynı konu üzerinde iki kelam ederken senden ayrılıp gidiyor. Ve sen, bahsedilen şey hakkında birkaç basmakalıp ifadeyi kullanıp geçiyorsun. Kendinle harcadığın zamana, kendinle boğuşmaya ayırdığın efora ihanet ediyorsun. Yahut "içindeki kendilerin sana ihanet ediyor" mu denmeli.

Vakitlice seslendirmediğin, yazmadığın, konuşmadığın, tartışmadığın, insanlarla yüzleştirmediğin her fikir sana ihanet edecek; en akılda kalması, dile dökülmesi gereken anda. İşte bu yüzden yaptığım çoğu fiilin nihai amacı: unutmamak için.



Çarşamba, Ağustos 10, 2016

Unutmamak İçin (4)

Gonçarov:

Kendindeki değerlerin değerini bilir, o kadar cimrilikle kullanırdı ki, onu herkes duygusuz ve bencil sanırdı. Kendine hakim olmasına, düşünme özgürlüğüne kızarlar, kendilerinin ve başkalarının hayatlarını ateşe atan insanları beğenir ve kıskanırlardı.  (Oblomov)


Sabahattin Ali:

Kitaplarda okuduğun depresyon kelimesine bir cankurtaran simidi gibi sarılırsın. Çünkü nedense hepimizde, maddi olsun, manevi olsun, bütün dertlerimize bir isim takmak merakı vardır, bunu yapmzsak büsbütün çılgına döneriz.  (İçimizdeki Şeytan)



Marcel Proust:


Daha az üzüldüğü için üzüldü, sonra bu üzüntü de geçti. Sonra bütün üzüntüler geçti gitti, hepsi; hazları göndermeye gerek yoktu, onlar zaten uzun zaman önce, başlarını çevirip bakmadan, ellerinde çiçekli dallarıyla, kanatlı topuklarıyla kaçıp gitmişlerdi; kendileri için yeterince genç olmayan o evden kaçmışlardı. Sonra bütün insanlar gibi o da öldü. (Hazlar ve Günler)


Cumartesi, Ağustos 06, 2016

Çıktığın yolda, bugün, yelken açık, yapyalnız
Gözlerin arkaya çevrilmeyerek, pervâsız
Yürü! Hür mâviliğin bittiği son hadde kadar
İnsan âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar.
-Yahya Kemal Beyatlı

Çarşamba, Ağustos 03, 2016

Unutmamak İçin (3)

Ahmet Hamdi Tanpınar:
Hakikatte Abdullah Efendi, ömürlerinin sonuna kadar kendileri olmaktan kurtulamayan, nefislerini bir an bile unutamayan, etrafındaki havaya kendilerini fazla bıraktıkları zamanda bile içlerinde, tıpkı alt katta geçen bütün şeyleri merakla takip eden bir üst kat kiracısı gibi köşesinde gizli, mütecessis, gayrimemnun ve zalim ikinci bir şahsın mevcudiyetini, onun zehirli tebessümünü, inkar ve istihfaftan hoşlanan gururunu ve her an için ruhu insafsız bir muhasebeyle davet edişini duyan insanlardan biriydi.  (Abdullah Efendi'nin Rüyaları)


Ulus Baker:
Felsefi kavramlar hissedilebilir, onlara öfkelenebilir, onların varlığından coşku duyabilir, onlarla hiç de pozitivizmin kurallarına boyun eğmeden oyunlar oynayabilirsiniz.  (Yüzeybilim Fragmanlar)


George Orwell:
Çünkü sürdürdüğümüz şu hayatta -genel olarak insan hayatını değil, şu çağda ve şu ülkedeki hayatı kastediyorum- yapmak istediğimiz şeyleri yapmıyoruz. Hep çalıştığımız için değil. Sebep bizi sonu gelmez aptallıklara koşan içimizdeki şeytan. Her şeye vakit vardır ama yapmaya değer şeyler hariç. Sahiden önemsediğiniz bir şeyi düşünün. Sonra sadece ona harcadığınız zamanı saat saat toplayın ve hayatınızın ne kadarcık bir bölümünü kapladığını hesaplayın. Sonra bir de tıraş olmak, otobüslerde gidip gelmek, tren istasyonlarında ve kavşaklarda beklemek, edepsiz hikayeler anlatıp dinlemek ve gazete okumak gibi şeyler için harcadığınız zamanı hesap edin.  (Boğulmamak İçin)

Cumartesi, Temmuz 30, 2016



Your eyes may be whole
but the story I'm told is your heart is as black as night

Unutmamak İçin (2)

Evet, dışarıdaki eşyalar ve olaylar bizim mizacımıza göre bir görünüş kazanıyordu. Onlar bizim giydiğimiz maskelere göre ya gülüyorlar ya da ağlıyorlardı. Ben ise her zaman hastalıklı bir duyarlık içinde, anıların önceden kabul edilmiş kuşkuları elinde oyuncak olmaya mahkumdum. 
-Kemal Bilbaşar / Denize Doğru



Yazı yazmak isteğinin dış dünyaya karşı bir tür savunma isteği olduğunu daha bir algılıyorum. Yaşamın kendisinin yazı yazmaktan çok daha gerçek, çok daha derin olduğunu da biliyorum. Sözcüklerle yaşamın derinliğini vermeye hiç olanak yok. Çünkü sözcüklerde rüzgar ne kadar esebilir? Sözcüklerden nasıl bir güneş doğabilir? Sözcükler açık bir pencere önünde büyük yağmur taneleri olarak yağıp, bir insanı derin uykusundan uyandırıp mutlu kılabilir mi? Sözcüklerde yağmur ıslaklığı var mı? Sözcükler insanın yanında yatan diğer bir insanın yürek çarpışlarını duyurabilir mi?
-Tezer Özlü / Kalanlar


Yalnız ölüm yalan söylemez. Ölümün varlığı bütün vehim ve hayalleri yok eder. Bizler ölümün çocuklarıyız, hayatın aldatmacalarından bizi o kurtarır. Hayatın derinlerinden seslenir, yanına çağırır bizi. Ve biz, henüz insanların dilini bile anlamadığımız yaşlarda, ara sıra oyunlarımızı yarıda kesiyorsak, bunun nedeni, ölümün seslenişini duymuş olmamızdır...
-Sadık Hidayet / Kör Baykuş

Perşembe, Temmuz 28, 2016

Unutmamak İçin (1)

"Şüphesiz..." Çok defa cümlelerin başında dilimize musallat olan bu "şüphesiz" içinde kıvrandığımız şüphelerden hiç değilse sözle kurtulmak ihtiyacının ifadesi mi? 
- Peyami Safa/Matmazel Noraliya'nın Koltuğu


Bazı kitaplar yüzünden kafam biraz karışmışsa da bugün bile senin içtenliğini taşıdığımı ümit ediyorum. Gene de sana bütünüyle benzemekten korkuyorum babacığım: yani ben de sonunda senin gibi ölecek miyim?

-Oğuz Atay/Babama Mektup


Sürüp gidiyor bu, dinle. Bir yan hatta tren vagonlarının sarsıntısna benzer bir gürültü var. Bu yaşantılarımızdaki olayların birbiri ardından mutlu zincirlenişi. Güm, güm, güm. Melisin, malısın. Melisin. Gitmelisin, uyumalısın, uyanmalısın, kalkmalısın -sövüp sayıyor gibi yaptığımız, sıkı sıkı yüreğimize bastırdığımız, onsuz dağılıp gideceğimiz, ağırbaşlı  ve acıma dolu bir dünya. Bir yan hatta vagonların birbirine çarpmasına benzer bu sese nasıl da tapıyoruz. 

-V. Woolf/Dalgalar


Cumartesi, Temmuz 23, 2016

"Arayıp Bulmak Neyi Değiştirir?"

Kendine verdiğin tutamadığın sözler. Başlanıp yarım bırakılan işler. Zamanın hızlı geçtiğini - milyonlarca kişiyle belki de - aynı anda fark etmek. Sadece senin iradene bağlı olduğunu bildiğin halde istediklerine yapmana engel olan "yine aynısı olur" korkusu ve tembellik. Gördüğün, okuduğun, hissettiğin şeyleri bir şekilde yansıtmayınca yok olacaklarından, unutulacaklarından duyduğun korku. İfade etmediğin sürece içinde var olanların değersizliğinin ilk anlaşıldığı an.-Yoksa bu bir yanılgı mı?- Sorgu, sorgulama. Cevapsızlık ve yine aynı kaybediş döngüsü. Fiziğin el verdiği ölçüde karanlıkta bağırmak ve sesinin nereye kadar ulaştığını gözlemlemek. Kimse okumasa da okumayacağına emin olsan da yine yazmak. Yazdığını sanmak ve yine beliren sanrılar. 

Salı, Temmuz 28, 2015

ÖLÜ




....................................
Kabrimi gösteren taş parçasından
Yıllarla silinmiş olsa da adım
Bir zaman, ey yolcu, ben de yaşadım.
Çılgın heveslerim vardı benim de,
Benim de ra'şeler gezdi tenimde.
Alnımda bahtımın kırılmaz tacı,
Ben de ey yolcu, şen yahut kavgacı
Adımlarla gezdim hayat yolunu
Ve bir avuç toprak oldum en sonu.

A. H. Tanpınar

Cumartesi, Mayıs 16, 2015

Sielu on Vapaus / Hayalhane


Hep aynı anı hayal etmeye çalışıyorum. Gözlerimin kırpışmasıyla boğuşmak istemesem de sımsıkı kapadım gözlerimi. Hep aynı an, aynı his ve aynı koku bir arada olsun diye uğraşıyorum, ancak kaçıyorlar zihnimden. Kafamın içinde onları kovalarken yoruluyorum ve pes ediyorum. Hafif bir nefes verişin ardından sırtımı boşluğa dönüp uykuya kendimi teslim ediyorum.

Ertesi gün beş dakika uyuyakalmışım hissiyle herhangi bir değişiklik olmaksızın açtığımda gözlerimi, huzur bulmak için gene o ana kaçmaya çalışıyorum. Olmuyor. Kalkıyor, yaşıyor ve yine uyuyorum.

Ve bir gün, zamanların birinde o hissi tekrar duyuyorum. Yanaklarıma değen ufak tomurcuklar ve rüzgâr... Ayaklarımın altında yeniden sertleşiyor beyazlıklar ve yeniden sırtımda, kalçamda ve romatizmalı bacaklarımda duyumsayabiliyorum o ıslak soğuğu. Göz kapaklarıma soğuk pamuk istifleri gibi doluyor, tıpkı eskisi gibi kar. Sıcak dudaklarıma deyince hal değiştirip çatlaklara dolabiliyor yine. O sessizliği duyuyor, görebiliyorum beyazlığı. Yüzümün kırışmasına umarsız davranarak tebessüm edebiliyorum. Bütün bunların arasında gerçeklik ile hayal, bir farkla ayrılıyor: Yattığım yerden üzerime atmosferin en naif cismi yağarken, kalkma zorunluluğu duymuyorum. Sonsuzluğun tek bir an ile sınırlandırılabileceği gerçeğini o anda anlıyor ve kalkıyorum.

Yağmur başladı. Karlar çözülüyor. Yapışkan bir ıslaklık balçıklaşıyor kalktığım yerde. Sessizlik son buluyor ve rahatsız eden tekrarlı bir ses başlıyor: şıp şıp. Görünmez çatılardaki karlar, yer çekimine ve yağmura yenik, eriyorlar. Neresi olduğunu bilmediğim bir yere dönüyorum, zorunluluk duygusuyla sevdiğim bir yer olmalı. Döndüm. Yatağımın ucundan kendime bakıyorum, gözlerim açık. Havayı kaçacakmış gibi soluyorum ve hiçbir yerim gözükmediği halde çıplağım. Yağmurun beni gitgide soluklaştırdığı anlarda kendim, gözlerini kapıyor usulca.

Ertesi gün beş dakika uyuyakalmışım hissiyle herhangi bir değişiklik olmaksızın açtığımda gözlerimi, huzur bulmak için gene o ana kaçmaya çalışıyorum. Olmuyor. Kalkıyor ve yaşıyorum. Neden o ana gidemediğimi düşünüyor ve üşüyorum. Çıplağım, gözlerim açık ve havayı kaçacakmışçasına soluyorum. Sanırım unuttuğum bir şeyler var.



Salı, Nisan 07, 2015

Adonai Echod / Hayalhane

Mecusi ateşi gibi sönmemek üzere yakılmış olan şehir ışıkları, gökyüzünün tüm beneklerini silmiş. Ay dahi temsili bir siluetle arz-ı endam etmekte. İnsanoğlunun üstün olma güdüsü atmosferi delip fezaya ulaşmış. Negatifle pozitifin birleşiminden doğan suni ziyalar, evrenin parlak taşlarına meydan okuyacak kadar cüretkâr. Böyle bir durumda bile âdemoğlu, elindeki mercekli boruyla gökyüzünde değerli taş arayışında. Bulduğu vakit, onlara ulaşamadığı halde, bir sahiplenme belirtisi olan ad koyma eylemini onlar üzerinde gerçekleştirecek. Hatta aşırı bir cesaret ile belli taşları/kaynayan ateşleri kendi dünyevi şekillerine benzetecek. O taşlar/ateşler, kafamızı kaldırdığımızda tanıyamayacak olsak bile, istemsiz bir şekilde hayatlarımıza girecekler. Ki biz onlara bazen tanrıların adını koyacak, bazense onlardan hareketle belli şeylere isimler vereceğiz. Ölü bir beneğin bize gelen isteksiz ve istikrarsız ışığından etkilenip kimi zaman bununla övüneceğiz. Peki, onlar gerçekte, tam da şu saniyede, ne yapıyorlar?


DKB: 5000 ışık yılı uzaklıkta bir yıldız can veriyor. Mavi ışık huzmesinin içinden kızıl-pembe toz bulutları, mavilik ve siyahlığı hükmü altına yavaşça alıyor. Yıldız, son aydınlığı ile birçok yıldız doğuracak. Şaşalı bir ölüm, zarafetini boşluğa umarsızca salıyor. Siyahlığın küçük beyaz kusurları bundan ilham alarak renkleniyor. Toz bulutu genişliyor. Yıldız, son nefesini verdi.

SG: Dumanların üzerinden yükselen çiğ taneleri, gökyüzündeki Süt Yolu’nun (Samanyolu) içinde kayboluyor. Karşıdaki nehir, lav sıcağının altınları erittiği bir kaynaktan doğmuş gibi parlak ve sarı.  Nehrin sonu, ufuğun kızıllığında donuyor. Kızıl topraklar engebeli ve pürüzlü. Gün biterken Süt Yolu’nun yerini Nebulalar almakta. Altın nehrin sarısı onlara miras kaldı. Zulmet, kızıl toprağın üstünde doğdu.

GY: Turuncu kürenin üstünde içe doğru patlamalar var. Her patlama siyah dalgalarla çevrili kaynar küreyi biraz daha renklendirmekte. Mavi-turkuaz ve mor bileşenler, bir ressamın bitik boyasının tuvaldeki izleri gibi küreyi şeffaf bir renk huzmesine boğmuş. Kesif bir sıcaklık dalgasının izleri, arka plandaki kirli siyahı bunaltmış gibi. Son patlayışını sonsuz bir özlem içinde bekleyen bakır-turuncu lav adacığı, şimdilerde insan tenini bronzlaştırma işlevini görmeyi kendisi için kâfi sayıyor.

AU:  Kaynar kürenin aynası, gün be gün iki-yüzlü olmanın elemi içinde parlaklığından bir şeyler yitirmekte. Onun doğum lekeleriyle bezeli tenine değen her göz, hayatlarından eksilen zamanlarını hatırlıyor. Karanlığın bitiş, aydınlığın başlangıç olduğu yanılgısına kapılan insanlar, onun aksinin bulunduğu her yerde günün bittiğini sanıyorlar.  Kendi ışığına ve oluşuna sahip olamayan bu ayna, kimi zaman bağlı olduğu gri kürenin kendisi gibi renksiz olan sularını kendine doğru çekmekten başka bir isyankârlık göstermiyor.


Bize yaklaşan her şey sıradanlaşmaya başlıyor, bize benziyor, büyüsünü kaybediyor. Evrenin en mahremine bile el atan insanlık, ilhamı bahane ederek onları umarsızca sömürüp kendi basit benliklerine hapsediyor. Bunlardan habersiz olan sema sakinleri ise yerküreye yaklaştıkça bizim yanılgılarımızı, farkında olmadan, paylaşmaya başlıyor. Biz, bizden uzaktakilerin ölü ışıklarını mesut bir edayla izlerken yok ediliş, yaratılışın aksine tersten başlıyor...




Çarşamba, Mart 11, 2015

Sen Jorj / Hayalhane

Erik Satie'nin Gnossienne'sının ahengini içinde barındıran bir 17. yy tablosu... (Camların arkasındaki boyalı ve çizgili suratlar, dudaklarını yer çekimine meydan okutmaya uğraşıyor, ama başarısız.) Tabloda bir adam yatıyor, başucunda da bekliyor bir rahibe. Rahibenin elindeki ışık, karanlığın azametini kanıtlamak istermişçesine cılız. (Camların arkasındaki zayıf vücutların derileri de yer çekimine yenik.) Tablodaki adam ölüyor.

Merdivenler spiral şekilde aşağı kata kıvrılırken bir başka tablo bize başka ezgiler fısıldıyor. (Anımsayamıyorum tam adını, ama bir 19. yy noktürnü.) Jan Dark kılıcıyla yer çekimini deliyor, arkada bir köy morcivet alevlerle yanıyor. Tablo sustu, merdiven bitiyor. Parlak çinilerle bezenmiş duvardan yansıyan ışık aklımı karıştırıyor. Siyah ve kıvırcık kafalar var, duvarda yahut karşı bekleme koltuklarında, zihnim bulanık. Soğuk bir şey vücuduma değince anlıyorum artık o koltuklarda oturmadığımı. O koltuklara geri dönmek istiyorum, ancak dönemiyorum. Söylenilenler tınılara dönüşüyor ve merdivenleri yalayarak yukarıya ulaşıyor. Kendimi ölü adam tablosunun önünde buluyorum. Adam hala ölü, lakin tabloda yaşam sürüyor; ışıktan anlıyorum.

Bırakıp o yaşamı, dolaşıyorum çevrede. Camdan çevrili dışarıya açılan kış bahçesi görünümlü bir odaya giriyorum. Oda, başka evlerin balkonlarıyla, camlarıyla karşı karşıya. İnsanlar melodilerin hoş sedasını duyabilmek istercesine yakınlaşmış sanki. Aynı zamanda iniltileri duymamak çabası sarf eder gibi evler, kulak ve gözlerini sımsıkı örtmüş. Ben de örterek çıkıyorum. Her şey çığlık çığlığa; ölü adam, rahibe, Jan Dark, siyah kafalar... Müzik bile çığlık atıyor. Camlar arasındaki buruşuk, boyalı, sarkık yaratılmışlar seslendi bana: Küçük hanım, reçetenizi imzalatmayı unuttunuz. Hatırlamak istemiyorum. Çıkıyorum. Biranın yerel koku olduğu bir sokağın camiisinden Galata'nın kendisi silüetleşiyor. Ben, kaçıyorum.