Mecusi ateşi
gibi sönmemek üzere yakılmış olan şehir ışıkları, gökyüzünün tüm beneklerini
silmiş. Ay dahi temsili bir siluetle arz-ı endam etmekte. İnsanoğlunun üstün
olma güdüsü atmosferi delip fezaya ulaşmış. Negatifle pozitifin birleşiminden
doğan suni ziyalar, evrenin parlak taşlarına meydan okuyacak kadar cüretkâr.
Böyle bir durumda bile âdemoğlu, elindeki mercekli boruyla gökyüzünde değerli
taş arayışında. Bulduğu vakit, onlara ulaşamadığı halde, bir sahiplenme
belirtisi olan ad koyma eylemini onlar üzerinde gerçekleştirecek. Hatta aşırı
bir cesaret ile belli taşları/kaynayan ateşleri kendi dünyevi şekillerine
benzetecek. O taşlar/ateşler, kafamızı kaldırdığımızda tanıyamayacak olsak bile,
istemsiz bir şekilde hayatlarımıza girecekler. Ki biz onlara bazen tanrıların
adını koyacak, bazense onlardan hareketle belli şeylere isimler vereceğiz. Ölü
bir beneğin bize gelen isteksiz ve istikrarsız ışığından etkilenip kimi zaman
bununla övüneceğiz. Peki, onlar gerçekte, tam da şu saniyede, ne yapıyorlar?
DKB: 5000 ışık yılı uzaklıkta bir
yıldız can veriyor. Mavi ışık huzmesinin içinden kızıl-pembe toz bulutları,
mavilik ve siyahlığı hükmü altına yavaşça alıyor. Yıldız, son aydınlığı ile
birçok yıldız doğuracak. Şaşalı bir ölüm, zarafetini boşluğa umarsızca salıyor.
Siyahlığın küçük beyaz kusurları bundan ilham alarak renkleniyor. Toz bulutu
genişliyor. Yıldız, son nefesini verdi.
SG: Dumanların üzerinden yükselen çiğ
taneleri, gökyüzündeki Süt Yolu’nun (Samanyolu) içinde kayboluyor. Karşıdaki
nehir, lav sıcağının altınları erittiği bir kaynaktan doğmuş gibi parlak ve sarı. Nehrin sonu, ufuğun kızıllığında donuyor.
Kızıl topraklar engebeli ve pürüzlü. Gün biterken Süt Yolu’nun yerini Nebulalar
almakta. Altın nehrin sarısı onlara miras kaldı. Zulmet, kızıl toprağın üstünde
doğdu.
GY: Turuncu kürenin üstünde içe doğru
patlamalar var. Her patlama siyah dalgalarla çevrili kaynar küreyi biraz daha
renklendirmekte. Mavi-turkuaz ve mor bileşenler, bir ressamın bitik boyasının
tuvaldeki izleri gibi küreyi şeffaf bir renk huzmesine boğmuş. Kesif bir
sıcaklık dalgasının izleri, arka plandaki kirli siyahı bunaltmış gibi. Son
patlayışını sonsuz bir özlem içinde bekleyen bakır-turuncu lav adacığı,
şimdilerde insan tenini bronzlaştırma işlevini görmeyi kendisi için kâfi
sayıyor.
AU: Kaynar kürenin aynası, gün be gün iki-yüzlü
olmanın elemi içinde parlaklığından bir şeyler yitirmekte. Onun doğum
lekeleriyle bezeli tenine değen her göz, hayatlarından eksilen zamanlarını
hatırlıyor. Karanlığın bitiş, aydınlığın başlangıç olduğu yanılgısına kapılan
insanlar, onun aksinin bulunduğu her yerde günün bittiğini sanıyorlar. Kendi ışığına ve oluşuna sahip olamayan bu
ayna, kimi zaman bağlı olduğu gri kürenin
kendisi gibi renksiz olan sularını kendine doğru çekmekten başka bir
isyankârlık göstermiyor.
Bize yaklaşan
her şey sıradanlaşmaya başlıyor, bize benziyor, büyüsünü kaybediyor. Evrenin en
mahremine bile el atan insanlık, ilhamı bahane ederek onları umarsızca sömürüp
kendi basit benliklerine hapsediyor. Bunlardan habersiz olan sema sakinleri ise
yerküreye yaklaştıkça bizim yanılgılarımızı, farkında olmadan, paylaşmaya
başlıyor. Biz, bizden uzaktakilerin ölü ışıklarını mesut bir edayla izlerken yok
ediliş, yaratılışın aksine tersten başlıyor...