Salı, Temmuz 28, 2015

ÖLÜ




....................................
Kabrimi gösteren taş parçasından
Yıllarla silinmiş olsa da adım
Bir zaman, ey yolcu, ben de yaşadım.
Çılgın heveslerim vardı benim de,
Benim de ra'şeler gezdi tenimde.
Alnımda bahtımın kırılmaz tacı,
Ben de ey yolcu, şen yahut kavgacı
Adımlarla gezdim hayat yolunu
Ve bir avuç toprak oldum en sonu.

A. H. Tanpınar

Cumartesi, Mayıs 16, 2015

Sielu on Vapaus / Hayalhane


Hep aynı anı hayal etmeye çalışıyorum. Gözlerimin kırpışmasıyla boğuşmak istemesem de sımsıkı kapadım gözlerimi. Hep aynı an, aynı his ve aynı koku bir arada olsun diye uğraşıyorum, ancak kaçıyorlar zihnimden. Kafamın içinde onları kovalarken yoruluyorum ve pes ediyorum. Hafif bir nefes verişin ardından sırtımı boşluğa dönüp uykuya kendimi teslim ediyorum.

Ertesi gün beş dakika uyuyakalmışım hissiyle herhangi bir değişiklik olmaksızın açtığımda gözlerimi, huzur bulmak için gene o ana kaçmaya çalışıyorum. Olmuyor. Kalkıyor, yaşıyor ve yine uyuyorum.

Ve bir gün, zamanların birinde o hissi tekrar duyuyorum. Yanaklarıma değen ufak tomurcuklar ve rüzgâr... Ayaklarımın altında yeniden sertleşiyor beyazlıklar ve yeniden sırtımda, kalçamda ve romatizmalı bacaklarımda duyumsayabiliyorum o ıslak soğuğu. Göz kapaklarıma soğuk pamuk istifleri gibi doluyor, tıpkı eskisi gibi kar. Sıcak dudaklarıma deyince hal değiştirip çatlaklara dolabiliyor yine. O sessizliği duyuyor, görebiliyorum beyazlığı. Yüzümün kırışmasına umarsız davranarak tebessüm edebiliyorum. Bütün bunların arasında gerçeklik ile hayal, bir farkla ayrılıyor: Yattığım yerden üzerime atmosferin en naif cismi yağarken, kalkma zorunluluğu duymuyorum. Sonsuzluğun tek bir an ile sınırlandırılabileceği gerçeğini o anda anlıyor ve kalkıyorum.

Yağmur başladı. Karlar çözülüyor. Yapışkan bir ıslaklık balçıklaşıyor kalktığım yerde. Sessizlik son buluyor ve rahatsız eden tekrarlı bir ses başlıyor: şıp şıp. Görünmez çatılardaki karlar, yer çekimine ve yağmura yenik, eriyorlar. Neresi olduğunu bilmediğim bir yere dönüyorum, zorunluluk duygusuyla sevdiğim bir yer olmalı. Döndüm. Yatağımın ucundan kendime bakıyorum, gözlerim açık. Havayı kaçacakmış gibi soluyorum ve hiçbir yerim gözükmediği halde çıplağım. Yağmurun beni gitgide soluklaştırdığı anlarda kendim, gözlerini kapıyor usulca.

Ertesi gün beş dakika uyuyakalmışım hissiyle herhangi bir değişiklik olmaksızın açtığımda gözlerimi, huzur bulmak için gene o ana kaçmaya çalışıyorum. Olmuyor. Kalkıyor ve yaşıyorum. Neden o ana gidemediğimi düşünüyor ve üşüyorum. Çıplağım, gözlerim açık ve havayı kaçacakmışçasına soluyorum. Sanırım unuttuğum bir şeyler var.



Salı, Nisan 07, 2015

Adonai Echod / Hayalhane

Mecusi ateşi gibi sönmemek üzere yakılmış olan şehir ışıkları, gökyüzünün tüm beneklerini silmiş. Ay dahi temsili bir siluetle arz-ı endam etmekte. İnsanoğlunun üstün olma güdüsü atmosferi delip fezaya ulaşmış. Negatifle pozitifin birleşiminden doğan suni ziyalar, evrenin parlak taşlarına meydan okuyacak kadar cüretkâr. Böyle bir durumda bile âdemoğlu, elindeki mercekli boruyla gökyüzünde değerli taş arayışında. Bulduğu vakit, onlara ulaşamadığı halde, bir sahiplenme belirtisi olan ad koyma eylemini onlar üzerinde gerçekleştirecek. Hatta aşırı bir cesaret ile belli taşları/kaynayan ateşleri kendi dünyevi şekillerine benzetecek. O taşlar/ateşler, kafamızı kaldırdığımızda tanıyamayacak olsak bile, istemsiz bir şekilde hayatlarımıza girecekler. Ki biz onlara bazen tanrıların adını koyacak, bazense onlardan hareketle belli şeylere isimler vereceğiz. Ölü bir beneğin bize gelen isteksiz ve istikrarsız ışığından etkilenip kimi zaman bununla övüneceğiz. Peki, onlar gerçekte, tam da şu saniyede, ne yapıyorlar?


DKB: 5000 ışık yılı uzaklıkta bir yıldız can veriyor. Mavi ışık huzmesinin içinden kızıl-pembe toz bulutları, mavilik ve siyahlığı hükmü altına yavaşça alıyor. Yıldız, son aydınlığı ile birçok yıldız doğuracak. Şaşalı bir ölüm, zarafetini boşluğa umarsızca salıyor. Siyahlığın küçük beyaz kusurları bundan ilham alarak renkleniyor. Toz bulutu genişliyor. Yıldız, son nefesini verdi.

SG: Dumanların üzerinden yükselen çiğ taneleri, gökyüzündeki Süt Yolu’nun (Samanyolu) içinde kayboluyor. Karşıdaki nehir, lav sıcağının altınları erittiği bir kaynaktan doğmuş gibi parlak ve sarı.  Nehrin sonu, ufuğun kızıllığında donuyor. Kızıl topraklar engebeli ve pürüzlü. Gün biterken Süt Yolu’nun yerini Nebulalar almakta. Altın nehrin sarısı onlara miras kaldı. Zulmet, kızıl toprağın üstünde doğdu.

GY: Turuncu kürenin üstünde içe doğru patlamalar var. Her patlama siyah dalgalarla çevrili kaynar küreyi biraz daha renklendirmekte. Mavi-turkuaz ve mor bileşenler, bir ressamın bitik boyasının tuvaldeki izleri gibi küreyi şeffaf bir renk huzmesine boğmuş. Kesif bir sıcaklık dalgasının izleri, arka plandaki kirli siyahı bunaltmış gibi. Son patlayışını sonsuz bir özlem içinde bekleyen bakır-turuncu lav adacığı, şimdilerde insan tenini bronzlaştırma işlevini görmeyi kendisi için kâfi sayıyor.

AU:  Kaynar kürenin aynası, gün be gün iki-yüzlü olmanın elemi içinde parlaklığından bir şeyler yitirmekte. Onun doğum lekeleriyle bezeli tenine değen her göz, hayatlarından eksilen zamanlarını hatırlıyor. Karanlığın bitiş, aydınlığın başlangıç olduğu yanılgısına kapılan insanlar, onun aksinin bulunduğu her yerde günün bittiğini sanıyorlar.  Kendi ışığına ve oluşuna sahip olamayan bu ayna, kimi zaman bağlı olduğu gri kürenin kendisi gibi renksiz olan sularını kendine doğru çekmekten başka bir isyankârlık göstermiyor.


Bize yaklaşan her şey sıradanlaşmaya başlıyor, bize benziyor, büyüsünü kaybediyor. Evrenin en mahremine bile el atan insanlık, ilhamı bahane ederek onları umarsızca sömürüp kendi basit benliklerine hapsediyor. Bunlardan habersiz olan sema sakinleri ise yerküreye yaklaştıkça bizim yanılgılarımızı, farkında olmadan, paylaşmaya başlıyor. Biz, bizden uzaktakilerin ölü ışıklarını mesut bir edayla izlerken yok ediliş, yaratılışın aksine tersten başlıyor...




Çarşamba, Mart 11, 2015

Sen Jorj / Hayalhane

Erik Satie'nin Gnossienne'sının ahengini içinde barındıran bir 17. yy tablosu... (Camların arkasındaki boyalı ve çizgili suratlar, dudaklarını yer çekimine meydan okutmaya uğraşıyor, ama başarısız.) Tabloda bir adam yatıyor, başucunda da bekliyor bir rahibe. Rahibenin elindeki ışık, karanlığın azametini kanıtlamak istermişçesine cılız. (Camların arkasındaki zayıf vücutların derileri de yer çekimine yenik.) Tablodaki adam ölüyor.

Merdivenler spiral şekilde aşağı kata kıvrılırken bir başka tablo bize başka ezgiler fısıldıyor. (Anımsayamıyorum tam adını, ama bir 19. yy noktürnü.) Jan Dark kılıcıyla yer çekimini deliyor, arkada bir köy morcivet alevlerle yanıyor. Tablo sustu, merdiven bitiyor. Parlak çinilerle bezenmiş duvardan yansıyan ışık aklımı karıştırıyor. Siyah ve kıvırcık kafalar var, duvarda yahut karşı bekleme koltuklarında, zihnim bulanık. Soğuk bir şey vücuduma değince anlıyorum artık o koltuklarda oturmadığımı. O koltuklara geri dönmek istiyorum, ancak dönemiyorum. Söylenilenler tınılara dönüşüyor ve merdivenleri yalayarak yukarıya ulaşıyor. Kendimi ölü adam tablosunun önünde buluyorum. Adam hala ölü, lakin tabloda yaşam sürüyor; ışıktan anlıyorum.

Bırakıp o yaşamı, dolaşıyorum çevrede. Camdan çevrili dışarıya açılan kış bahçesi görünümlü bir odaya giriyorum. Oda, başka evlerin balkonlarıyla, camlarıyla karşı karşıya. İnsanlar melodilerin hoş sedasını duyabilmek istercesine yakınlaşmış sanki. Aynı zamanda iniltileri duymamak çabası sarf eder gibi evler, kulak ve gözlerini sımsıkı örtmüş. Ben de örterek çıkıyorum. Her şey çığlık çığlığa; ölü adam, rahibe, Jan Dark, siyah kafalar... Müzik bile çığlık atıyor. Camlar arasındaki buruşuk, boyalı, sarkık yaratılmışlar seslendi bana: Küçük hanım, reçetenizi imzalatmayı unuttunuz. Hatırlamak istemiyorum. Çıkıyorum. Biranın yerel koku olduğu bir sokağın camiisinden Galata'nın kendisi silüetleşiyor. Ben, kaçıyorum.